DOSTLUĞUN SEMBOLÜ
ÇOCUĞA HUMA İSMİ KOYMAK
Çünkü Zazaca bölge dilleri
içindeki en kadim dillerdendir. Avrupa dilleri açısından Latince neyse Ortadoğu
dilleri için de Zazaca’nın aynı öneme sahip olduğunu dilbilimcilerin yakın bir
gelecekte göreceklerini umuyorum.
BACANAK
İslam dini kaynaklarına göre Hz. Âdem’den Hz. İbrahim'e kadar olan
dönemde insanlar birbirlerine secde ederek selamlaşmış, sonra da boyna sarılma
başlamıştır. Hz. Muhammed (sav) zamanında elle Musafaha (tokalaşmak,
selamlaşmak) sünnet haline gelmiştir. İslam’da tokalaşma şekli sağ ellerin avuç
içlerinin birbirine yapıştırıp başparmakların yanlarını birbirine değdirilmesiyle
gerçekleştirilir ve böylelikle başparmaktan kalbe muhabbet gider.
Güneri Civaoğlu bir makalesinde Tamer Korugan'ın "LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ"nden el sıkışmayla
ilgili şu ilginç bilgiyi aktarmaktadır:
El sıkışma, hep dostluğun kanıtı mı?
Tokalaşmanın tarihçesi şöyle...
Yüzyıllar önce... Erkekler bellerinde kılıç taşırken, bir erkek diğerine sağ elini havaya kaldırarak yaklaşıyordu. Diğeri de aynı şeyi yapıyordu.
Yani "elimi silahıma atmayacağım, dostça yaklaşıyorum" mesajını veriyorlardı.
Ama... Bu yeterli değildi.
Her ikisi de kendilerini emniyete almak ve diğerinin belindeki silahı ansızın çekmesini önlemek için, birbirlerinin sağ ellerini - bugünkü el sıkışmak şeklinde - sıkı sıkıya tutuyorlardı.
Aslında "güvensizlik" simgesi olan bu el sıkışma, zamanla "dostluk" simgesi haline geldi.
Tokalaşmanın tarihçesi şöyle...
Yüzyıllar önce... Erkekler bellerinde kılıç taşırken, bir erkek diğerine sağ elini havaya kaldırarak yaklaşıyordu. Diğeri de aynı şeyi yapıyordu.
Yani "elimi silahıma atmayacağım, dostça yaklaşıyorum" mesajını veriyorlardı.
Ama... Bu yeterli değildi.
Her ikisi de kendilerini emniyete almak ve diğerinin belindeki silahı ansızın çekmesini önlemek için, birbirlerinin sağ ellerini - bugünkü el sıkışmak şeklinde - sıkı sıkıya tutuyorlardı.
Aslında "güvensizlik" simgesi olan bu el sıkışma, zamanla "dostluk" simgesi haline geldi.
Aşağıda aktaracağım haber de de el sıkışmayla dostluk
arasındaki alaka açıkça ifade edilmektedir:
Gürcistan’ın başkenti Tiflis’te 6 Aralık 2013 saat 18.40’ta Türk ve Ermeni tiyatro sanatçıları
Deniz Barış ile Oganes Acinyan bir araya gelerek, 43 saat boyunca durmadan
tokalaşarak bir dünya rekoru kırmışlar. Bir önceki sürekli tokalaşma rekoru
2011 yılında New York’ta 42 saat 35 dakika sürmüş… Bazı Ermeni, Türk, Gürcü ve Rus
sivil toplum kuruluşların girişimi üzerine yapılan eylemde, Organizatörler ve
katılımcılar, eylemi “Ermenistan ve Türkiye arasındaki ilişkilerin
tonunu değiştirmek” amacıyla gerçekleştirdiklerini belirtti.
Dost kelimesinin etimolojisi ile ilgili genellikle şu bilgiler
verilir: Farsça dōst دوست "arkadaş, yar" sözcüğünden
alıntıdır. Farsça sözcük Eski Farsça aynı
anlama gelen dauştā veya dauştar- sözcüğünden evrilmiştir. Bu
sözcük Avesta (Zend) dilinde zuş- "sevmek,
hoşlanmak" sözcüğü ile eş kökenli olabilir; ancak bu kesin değildir.
“Dostluk elini uzatmak
deyimini göz önünde bulundururken dost kelimesinin “el” anlamına gelen “dest”
kelimesinden evirilmiş olması düşünülemez mi? Nitekim aynı dil grubunda bulunan
Farsça, Kürtçe, Tacikçe ve Avesta dili olan Zazaca’da “el”, “dest”tır.
Zazaca’da dost, duest olarak,
el ise dest olarak telaffuz edilmektedir. Anlam benzerliği ve ses benzerliği
tesadüfi midir?
“Huma” kelimesinin kökenini (etimolojisini) internet ortamında
araştırırken karşıma ilginç bir fetva sorusu çıktı. Aynen aktarıyorum.
SORU:
Doğacak kızıma Hüma ismini vermemde sakınca var mıdır?
CEVAP:
“Humâ” ismi Farsça kökenli olup ‘başına konduğu kimseye mutluluk
getirdiğine inanılan devlet kuşu, talih kuşu’ ile ‘mutluluk ve saadet’ gibi
anlamlara gelir. Hümâ’nın kız çocuklarına isim olarak verilmesinde bir sakınca
yoktur.
Bu hoca efendiye; doğacak çocuğuma xuda, tanrı, ilah ya da god ismi
vermek caiz midir? diye sorulsa acaba ne cevap verirdi. Bu hoca gibi pek çok
din bilgini Türkiye’de en fazla konuşulan 3. Dil olan Zazaca’da “huma”
kelimesinin farsça ve Kurmanci dillerindeki xuda, Türkçedeki tanrı, Arapçadaki ilah,
İngilizcedeki god kavramlarıyla aynı anlamı taşıdığını bilseydi aynı cevabı verir
miydi sizce. Fatih Sultan Mehmet’in annesi Hüma Hatun’a bu ismin verilmiş
olması da “ aynı hata ve bilgi eksikliğinden gelmiş olabilir mi?
Nitekim Zazalar arasında “Huma tuıra razib.” (Tanrı senden razı olsun.)
“ Huma tuıtu tuı verd.” (Tanrı çocuklarını bağışlasın.) gibi günlük
konuşmalarda Huma kavramının Tanrı anlamında kullanıldığı cümleleri her zaman
duymaktayız.
Zazaca olarak yazılan ilk yazılı eserlerden biri olan Zazaca mewlidde
Molla E’hmed-i Xasi de “Huma” kavramını
tanrı anlamında kullanmıştır. Mesela:
Hem çı mexluquku Huma’ xelqı yi
Kerd itıara wet çiniku ‘heqqı yi.
(Hem deTanrının yarattığı hiçbir yaratığın
Buradan öteye gitmeye izni yoktur..)
Mehmet Akif DEMİR’in yazdığı “Mewlûda Zazaki”de de “huma” aynı anlamda
defalarca kullanılmıştır:
“Homay ma bıpaw ma rar xwu şaş niki
( Tanrı bizi korusun ki yolumuzu
şaşırmayalım.)
Muhammed heta Cennet teqib bıki” (Muhammed (sav) Cennet’e kadar
takip edebilelim.)
Şahsen ben de tüm şiirlerimde çokça söz konusu kavramı doğal olarak aynı
anlamda kullandım:
…
Ez zuna humê ma vıraşty (Ben biliyorum ki tanrı bizi yarattı.)
Herçi do ma, çınagw ma waştw.
(O bize verdi arzuladığımız herşeyi.)
‘Hamd qê Allêy ce’dê ma raştw
(Allah’a şükür doğrudur yolumuz.)
Xalo, bi zazaki bımus
(Dayı gel zazaca öğren.)
Aynı şekilde huma kelimesini “Mewlıdw zazaki”de de aynı anlamda
kullanmaktayım:
…
Allah estw, biyı çinıu yona huma.
( Allah var, ondan başka Tanrı yok.)
Mu’hemmed’iz (sav) qasidi yıw, zûny şuma. (Biliyorsunuz; Hz. Muhammed
(sav) de
onun elçisidir.)
…
“İkra’ bismi rabbike” vatw humê ma.
(“Rabbinin ismiyle oku” dedi bize Tanrı)
Semêdy de’wêty icâbet kerd, umê ma. (Davete icabet icabet için geldik
biz.)
…
Çı wazêny yira bıwaz, bi, dêsty xuı
ak (Ne istersen ondan iste,
gel elini aç.)
Kumıg Humê zıkır bıkw benw qêlby yı pak, ( Kim ki Tanrıyı anarsa, olur
kalbi pak.)
Türk ve fars edebiyatında geçen huma Tanrı, ilah anlamına gelen Huma’dan
kutsal kuş anlamına geldiğini anlamak için delile ihtiyacımız varmıki…
Yine, devleti hümayun, divanı hümayun, hattı hümayun vb. tamlamalardaki
“hümayun ”un “huma”dan evirilerek kutsal, saygın anlamına geldiği bilinen bir
gerçektir.
Huma sözcüğü
dışında da pek çok kelime Farsça, Türkçe başta olmak üzere bölgede konuşulan
tüm dillere evirilerek geçmiştir.
Sırası gelmişken, İlk insan olduğu modern bilim çevrelerince iddia
edilen ve tüm Avrupa dillerine Latince’den geçip Arapça’daki insan kelimesinin
karşılığı olarak kullanılmakta olan “homo”
veya “humanus”un ve kelime anlamı: “insanlık aşkı, insaniyete muhabbet,
insancıllık/insancılık; insanı, renk, ırk, din ve mevkiini dikkate almadan
sevmek, onun hayrını düşünmek olan ve özel anlamı; “akıllı insan varlığını tek
ve en yüksek değer kaynağı olarak gören, bireyin yaratıcı ve ahlâkî
gelişiminin, rasyonel ve anlamlı bir biçimde, doğaüstü alana hiç başvurmadan,
doğal yoldan gerçekleştirebileceğini belirten ve bu çerçeve içinde insanın
doğallığını, özgürlüğünü ve etkinliğini ön plâna çıkartan felsefî akım” olan
“hümanizm kavramındaki “human” kelimesiyle Zazaca’daki “huma”
kelimesindeki benzerliğe de burada dikkat çekmekte fayda olduğu
düşüncesindeyim.
Kadim dillerin etimolojisi üzerinde araştırma yapan dilbilimcilerin
zazaca ile ilgili daha objektif, ciddi ve cesurca araştırma yapmalarında fayda
olduğu kanaatindeyim. Bölge dillerindeki çoğu kelimenin Zazaca’dan evirilerek
alınmış ve kullanılmakta olduğunu dilbilimcilerin dikkatine sunmak
gerekmektedir.
BACANAK
Dost ve arkadaş meclislerinde zaman zaman bana gelip Türkçe kelimelerin
zazaca karşılığını sorduklarında bildiklerime cevap verir, bilmediklerime de
bilmiyor der geçerim. Geçenlerde de
bacanak kelimesinin Zazaca’sı nedir? Sorusunu yönelten dostuma da başkalarına
verdiğim cevaba benzer bir karşılıkla bu zaten zazacadır. Tıpkı televizyon,
otomobil kelimeleri gibi Zazaca’ya mal olmuştur dedim.
Aslında bu tür soruların altında yatan temel neden, diğer
dillerin “zengin” buna mukabil
Zazaca’nın “yoksul” olduğu yanılgısıdır. Nitekim dil bir iletişim aracı olduğu
için her dil, kendisini konuşan topluluğun iletmek ihtiyacında olduğu anlamları
iletmeye yeter. Bütün diller gelişmeye açıktır ve dili konuşan topluluğun
ihtiyaçlarına göre dil alabildiğine zenginleşebilir.
Diller
için fakirlik-zenginlik veya ilkellik-gelişmişlik kavramlarından
bahsedilir. Ancak dil, bir imkânlar alanı olarak kendi kendine ne
zengin ne fakirdir. Bu sebeple, diller için
kullanılan fakirlik-zenginlik kavramları, aslında dilin
kendisine ait değildir; dili kullananların düşünme ve görmelerinin, hayat
karşısındaki tavırlarının, zihin faaliyetlerinin fakirlik ve zenginliğinin dile
yansımasıdır.
Dilleri zenginliği, kelime zenginliği ve şekil
zenginliği olmak üzere iki açıdan incelenmektedir.
Kelime
zenginliği, müşahhas (somut) veya mücerret (soyut)
kelimelerin zenginliği şeklinde kendisini gösterebilir. Mücerret (soyut)
kelimelerin zenginliği, dilin ve dili kullananların zihin gelişmişliğini
gösterir. Bundan dolayı dillerdeki asıl zenginlik göstergesi,
mücerret (soyut) kelimelerdir.
Şekil
zenginliği, dilin yeni karşılaştığı varlık ve kavramların
(nesnelerin) karşılığı, adı olmak üzere ihtiyaç duyduğu yeni
kelime veya sözleri türetebilme yeteneği demektir. Türetme ve
yeni kelime yapma dilin dayandığı asıl sermayesi
veya hayat kaynağıdır. Şekil zenginliği, kelime
türetme ve kelime birleştirme (terkip)
olmak üzere iki yönlü imkânlar alanıdır.
Bir dilin kelime ve şekil zenginliği, kavram
zenginliği ve somut-soyut kelime çokluğu,
dolayısıyla anlatım rahatlığı ile kendisini gösterir.
Sadece kelime sayısının çokluğu zenginlik için yeterli ölçü
değildir. Dilde önemli olan, her nesne ve kavram için, hatta bunların
ince farkları (nüansları) için ayrı ayrı kelimelerin
bulunmasıdır. Bir dilde, bir nesne için birden fazla kelime
varsa zenginlik; buna karşılık, bir kelime birden fazla nesnenin karşılığı ise
fakirlik söz konusudur.
Dilbilimcilerin bu yapısal özelliği kanıtlamak için sık sık
verdikleri bir örnekle, Eskimolarda karın ve buzun çeşitli durumlarını anlatan
kelimelerin sayısı başka hiçbir dildekilerle karşılaştırılamayacak kadar
çoktur. Öte yandan, elbette Eskimoların «otomobil» anlamına gelecek bir
kelimeleri yoktu. Ama bunun olmaması da Eskimo dilinin «yoksul» olduğunu değil,
sadece otomobil gibi bir nesnenin o dili konuşan insanların hayatına girmemiş
olmasını gösterir. Başka bir ifadeyle, bu nesneyle Eskimolar karşılaşır ve ona
kendi dillerinde bir karşılık bulmak isterlerse, dillerinin yapısı buna imkân
verecektir. Aynı şekilde Zazaca’da da çeşitli durumları anlatan kelimelerin
sayısı ilginç bir şekilde diğer dillerden çoktur. Buna örnek olarak Türkçedeki
acı kelimesini ele alırsak, hastalık nedeniyle acı çekmek, biber gibi acı,
zehir gibi acı, tek bir kelimeyle ifade edilmektedir. Oysa Zazaca’da bunların
herbiri için ayrı kelime kullanılmaktadır. Semêd nıwêşi dec untış, bibêr
guızın, sê zehir tal gibi. Zazaca’daki dec, guızın ve tal kelimelerinin
karşılığı Türkçede tek bir kelimedir, yani acı kelimesiyle ifade etmekteyiz. Bu
örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Zazaca, ses güzelliği bakımından da dikkat çekici bir dildir. Bir
dilin ses güzelliği, ünlülerinin zenginliği ile kendisini gösterir. Zazaca,
ünlüleri zengin bir dildir. Zazaca’da en az 15 ünlü vardır. Bu 15
ünlü 26 ünsüzle birlikte kullanılarak kelime başında 350 çeşitten fazla
temel ses daha elde etmek mümkündür. Bu sesler sayesinde Zazaca’nın ses güzelliği
ve ahenkliliği ortaya çıkmaktadır. Türkçede 8 ünlü ve 21 ünsüz bulunduğu
dikkate alındığında Zazaca’daki muhteşem ses zenginliği açıkça görülmektedir.
Şu halde, “yoksul” dil veya “ilkel” dil diye bir şey olamaz. Her
dil, hiç değilse potansiyel olarak, en karmaşık ilişkileri anlatmaya yeter. Yani
zazaca konuşan kişiler karşılaştıkları her şey için mutlaka bir kelime
üretmişler veya başka dillerden almışlardır. Bu, Türkçe, arapça farsça,
İngilizce ve diğer diller açısından farksızdır. Bütün ulusların komşu
medeniyetlerden ve dillerden mutlaka etkilendikleri bir gerçektir. Çeşitli
nedenlerle kelime alışverişleri tüm dillerde olmuştur ve olmaya devam
edecektir. Bu dünyanın tüm dilleri için bir realitedir.
Dil alışverişleri, farklı diller konuşan insan toplulukları
arasındaki bilgi alışverişine dayanır. Her insan
topluluğu (millet) diğerinden bir şeyler öğrenir ve diğerine bir şeyler
öğretir. Bu öğrenme ve öğretme dil sayesinde ve dil aracılığı ile
olur. Böylece başka topluluklardan bir şey öğrenen,
öğrenirken öğrendiği şeylerin adını da diline taşır. Dünya üzerinde, bu
şekilde bilgi alışverişi (dolayısıyla dil alışverişi)
yapmamış insan topluluğu bulmak zordur. Bu
sebeple yeryüzünde “saf”,“arı”, “öz” bir dil yoktur.[1]
Bugün dünyanın en yaygın dillerinin başında gelen İngilizcenin
söz varlığının % 50’si Lâtin, %15’i Grek (Eski Yunanca), %10’u
diğer olmak üzere % 75’ten fazlasının başka dillerden alındığı
yani yabancı kökenli olduğu, bildirilmektedir.[2] Yine başka bir bilgiye göre de İngilizce
’de en çok kullanılan 20 bin kelimenin %60’ı Romantik dillerden
(Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Romence) ve Grekçe
köklerden meydana gelmektedir.[3]
Bazı araştırmalara göre Türkçe 20 dilden kelime almasına
karşılık 30’dan fazla dile kelime vermiştir.[4] Türk Dil Kurumunun
yayımladığı Türkçe Sözlük’ün 9. baskısı
(1998) üzerine yapılan bir çalışmanın sonuçlarını vermek
istiyoruz. Türkçe Sözlük’ün 1998 baskısında 75
bin söz varlığı (kelime-deyim) vardır. Bunların
7789’u (yaklaşık % 11’i) Arapça ve Farsça, 6435’i
(yaklaşık % 8’i) Batı kökenli ve diğer olmak üzere
toplam 14.224’ü yani %19’u yabancı kökenlidir. Türkçe
Sözlük’teki yabancı kökenli 14.224 söz varlığı tesbit edilmiştir.:[5]
Günümüzde, Türkçedeki Arapça ve Farsça dışında kalan
yabancı kökenli kelimeleri kapsayan “Yabancı
Kelimeler” sözlükleri de hazırlanmaktadır.
Bunlardan Mustafa Nihat Özön’ün hazırladığı “Türkçe-Yabancı
Kelimeler Sözlüğü”nde kelimelerin kökeni ile ilgili 11 yabancı dile
işaret edilmiştir.[6] Özön’ün sözlüğünde 8 bin
civarında kelime vardır. Ali Püsküllüoğlu’nun
hazırladığı “Türkçedeki Yabancı Sözcükler Sözlüğü” nde
Arapça ve Farsça hariç 17 yabancı dilden 10 bin civarında kelime
bulunmaktadır.[7]
Dillerin başka dillerden kelime alması, yani bir dilde
yabancı kökenli kelime bulunması, pek çoklarının zannettiği gibi veya
zannettiği kadar korkulacak kötü bir dil hareketi değildir. Belirttiğimiz
gibi “bilgi alıntıları” veya “kültür
alıntıları” dediğimiz ihtiyaçtan doğan “alıntı
kelimeler” dili yozlaştırıp yabancılaştırmaz, dile anlam
ve anlatım yönünden zenginlik katar.[8]
Bacanak kelimesine de bu değerlendirmelerin ışığında bakabiliriz. Zira “bacanak” köken olarak Türkçe bacı kelimesinden
evrildiğini iddia edenler olmasına karşın,
Farsça Lades Kemiği manasına gelen kuşlarda, göğüs kemiğinin üstünde,
iki kanat arasında bulunan iki çatallı V biçimindeki ince bir kemik olan ve
Lades Kemiği dediğimiz جناغ kelimesi ile. با (bâ-) : -(li, -lı , ile anlamı veren) ekin birleşmesi
ve bundan evirilerek باجناق halini almıştır
diyenler olduğu gibi Arapçadaki (ب ) eki ile kanat anlamına gelen جناح kelimesinin birleşmesinden everildiği
iddia edenler de olmuştur. Aynı zamanda Zazaca’dan “pê” veya “bı” (ile) ve “cini”
(kadın) kelimelerin birleşmesinde türemiş ve everilerek bacanax haline
evirildiğini iddia etmek te mümkündür. Nitekim bu kelime “vatan, Millet, devlet
şehit vb. kelimeler gibi Türkçede olduğu gibi farsça ve Zazaca’da da aynı anlamda
sıkça kullanıldığı herkes tarafından bilinmektedir.
[1] Ragıp Hulûsi Özdem, Dil Bilimi Yazıları, yay. Haz.
Prof. Dr. Recep Toparlı, TDK.Ank 2000,s. 122 vd.
[2] Adnan Ötüken, İkinci Dil
Kongresi ve Akademi, İst. 1969, s. 63; Süer Eker, Çağdaş Türk Dili, Grafiker
yay. 2.
[3] Nejat Muallimoğlu, Türkçe Bilen Aranıyor, İst.
1999, s.90.
[4] Prof. Dr. Tuncer Gülensoy, Türkçe El Kitabı, Ank. 2000, s.
58.
[5] Prof. Dr. İsmail Parlatır, Türk Dil Kurumunda Sözlük
Çalışmaları, Türk Dili, Nisan 1999, sayı:568.
[6] Mustafa Nihat Özön, Türkçe Yabancı Kelimeler Sözlüğü,
İnkılâp Aka Kitabevi, İst. !962.
[7] Ali Püsküllüoğlu, Türkçedeki Yabancı Sözcükler Sözlüğü,
Arkadaş yay., Ank. 1997.
[8] Prof.Dr. Hamza Zülfikar, a.g.m.
ZAZACA’NIN ZENGİNLİĞİNE DAİR
Ziya Gökalp, “Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler” isimli çalışmasında hepimizin bildiği şu tespitte bulunmuştur: “ Mesela, Zazalar başka lisanları çabuk öğrenirler. Kurmanclar ise başka lisanları geç ve güç öğrenirler.” Baba tarafında aslen çermikli bir Zaza’nın oğlu olan Gökalp’in ayrıntısını vermediği ve nedenini belirtmediği bu tespit, yoruma açık olmakla birlikte üzerinde çalışılması gereken başlı başına bir konudur.
Evet, bu doğrudur ve aynı zamanda da çok ilginçtir. Zazalar diğer dilleri Kurmanclardan da Türklerden de hem daha çabuk öğrenirler ve hem de öğrendikleri diğer dilleri adeta ana dilleri kadar çok rahat telaffuz eder ve bunda hemen hemen hiç zorlanmazlar. Türkçeyi öğrenen her Zaza anadili Türkçe olan kişiler kadar mükemmel konuşur ve bu kişinin Zaza olduğunu anlayamazsınız. Arapça, farsça gibi diğer doğu dillerin yanında İngilizce, Almanca vs. batı dillerini öğrenip konuşan Zazalar için de aynı şey söz konusudur.
Bunun nedenlerini dilbilimi açısında fazla detaylandırmadan iki başlıkta özetleyeceğim.
Birincisi; yeni bir dili öğrenmek isteyen kişilerin önündeki zorlukların başında anadilinde olmayan bazı dil kurallarının varlığıdır. Mesela Arapça gramerinde isimlerde marife-nekra (belirlilik-belirsizlik), isim, fiil ve zamirlerdeki müzekker-müennes (dişilik-erkeklik), kelimelerdeki müfret, müennes, cem’ (tekil, ikil, çoğul) konularını anadili Türkçe ve Kurmancca olan kişilere anlatmakta genellikle zorluk çekeriz.
Ama Fransızca, İngilizce ve diğer dillerin birçoğunda bunların bir kısmını veya çoğunu bulabilir ve bu dilleri konuşan insanlara daha kolay anlatabilirsiniz. Fransızcadaki Masculin-feminin (dişilik-erkeklik) konusunu Arapça bilen kişilere rahatlıkla anlatabilirsiniz.
Ancak Türkçe bilen kişilere anlatmakta zorlanırsınız. Aynı şekilde Arapçadaki marifelik ve nekralık (belirlilik-belirsizlik) konusunu bir İngiliz’e anlattığınızda kendi dilinde muadili olan ındefınıte-defınıte (belirlilik-belirsizlik) konusuyla kıyaslayarak rahatlıkla anlatabilirsiniz.
Zazaların dillerindeki gramer zenginliği ve ayrıntılar nedeniyle diğer dilleri öğrenmede onları avantajlı kılmaktadır.
İkincisi ise; kendi anadili dışında yeni bir dili konuşan kişiler yeni sesler ve harflerle karşılaşırlar. Dolayısıyla yeni sesler ve harfleri telaffuz etmekte sıkıntı çekerler. Nitekim ana dili Türkçe olup Arapça konuşmaya çalışan kişiler (غ, ق, خ, و , ح )vb. harfleri telaffuz edemezler veya bunda doğal olarak son derece zorlanırlar. Aynı şekilde Araplar (P) harfi gibi kendi dillerinde bulunmayan harfleri telaffuz etmekte güçlük çekmektedirler. Bununla ilgili örnekleri Kurmancca, farsça ve diğer dilleri konuşan kişiler için çoğaltabiliriz. Zazaca kelimelerde yirmi altıdan fazla harf bulunması avantaj sağlamaktadır.
Yeni bir dil öğrenmekte olan kişiler açısından önemli bir diğer problem ise yeni sesler (sesli harfler) ile ilgilidir. Türkçe alfabede sekiz adet sesli harf, Arap alfabesinde ise altı ses buna karşılık Zazaca’da on dörtten fazla sesin bulunması Zazaca’nın ne kadar zengin seslere sahip olduğu kıyas kabul etmeyecek kadar açıktır.
Anlatmak istediğim, aslında çok geniş bir araştırma konusudur. Ancak Zazaların Zazaca dışındaki diğer bütün dilleri de kolay öğrenebilmeleri, öğrendikleri farklı yeni dilleri çok rahat konuşabilme ve telaffuz edebilmeleri apaçık bir gerçektir ve bu, Zazaca’nın pek çok zengin unsurlar içerdiğini göstermektedir.
ŞEKER
Şeker, evvelce şekerkamışı adlı tropik bitkiden elde edilirdi. 10 metreye varan boyuyla, %20-25 şeker ihtiva eder. Anavatanı Hindistan’dır. Geniş plantasyonlar halinde yetiştirilir. Bizde Adana ve Antakya’da yetiştiriliyor. Dünya şeker ihtiyacının 2/3’si şekerkamışındandır.
İlk defa Polinezya’dan Hindistan’a geldiği düşünülen şekeri, ME 510’da Hindistan’ı işgal eden Pers hükümdarı Dara keşfetti. “Arısız bal veren kamış” çok tutuldu. İran’ı fetheden Araplar, şekerin tadını aldılar; müsait yerlerde yetiştirdiler; imalini de büyük ölçekli bir sanayiye dönüştürdüler.
Şark’taki her şeyi Garb’a tanıtan Araplar, şekeri de tanıttılar. Evlerine dönen Haçlılar, Mısır ve Kıbrıs’ta yetişen bu lezzetli baharatı anlata anlata bitiremediler. Kıbrıs, Batı’nın şekerle tanışmasında santral vazifesi yaptı. Sicilya ve Endülüs kanalıyla Avrupa’ya, buradan Kanarya Adaları yoluyla Amerika’ya ulaştı. XVI.asırda artık ticarî meta haline geldi.
Son yüzyılda şekerin çayla çokça tüketilmesi nedeniyle çayla birlikte zikredilmesine neden oldu. Hatta şekeri çaya atmadan ağıza atarak içilen çaya da kıtlama veya kırtlama çay denirdi. Kırtlama,çay denmesi de; şekeri ısırırken çıkan kırt sesinden kaynaklanmaktadır.
Yöremizde 30-40 yıl öncesine kadar şeker çok lüks ve pahalı olduğu için hediyeleşmede tercih edilen bir gıdaydı. Çay şekeri denilince Turhal şekeri akla gelirdi. Aman Allahım o ne şekerdi öyle. 50 kiloluk çuvallarda, iri ve bazen el büyüklüğünde parçalar halinde gelirdi.
Sanırım Turhal şeker fabrikası hayli ilkel 1900’lü yılların teknolojisiyle ancak böyle üretebiliyordu. Evlerde ve kahvehanelerde bunun için şeker kesme makası bulundurulur ve bununla kesilerek uygun dilimler haline getirilirdi. Çok sert olduğu için kıtlama çay için özellikle tercih edilen markaydı Turhal şekeri… Beyaz taş gibi sert olduğu için ağızda veya çayda dakikalarca erimezdi. Bu şekerin küçük bir parçasıyla birkaç bardak çay içmek mümkün idi.
Bu, Turhal şekerine zazaca “sê kera” (taş gibi) derdik. Sonraları küp şeker çeşitleri çıktı ama kırtlama çaya uygun şeker kalmadı ve nostaljide kaldı.
Arapçası sükker olan şeker kelimesi, Sanskritçe çakıltaşı manasına gelen ve şeker için de kullanılan sarkara’dan gelmiştir. Arapça’dan da Avrupa dillerine geçmiştir. (Fr. sucre, İng. sugar, İt. zucchero, Alm. zucker vs). Farsça’da daha ziyade kesme şeker için kullanılan kand kelimesi de Avrupa dillerinde yerini almıştır (İng. Candy) Bizde içine şeker ve limon dilimi atılan sıcak suya da kand denir.
Bence bu kelimenin Sanskritçe de çakıltaşı anlamına “sarkara” sözcüğünden mi yoksa Zazacada elle kırılması zor, sert maddeler için kullanılan “sê kera” deyiminden mi geldiği tartışılmalıdır. Zazacadan İtalyancaya şekerin serüveni: Sê kera>sarkara>sukker>sugar>sucre> zucker> zucchero…
DARÊYÊNİ
Bingöl ili Genç İlçe
belediye ve kaymakamlık internet sitelerine bir göz gezdirirken ilçenin eski
ismiyle ilgili şu bilgilere rastladım. İsterseniz birinci paragrafın ilk
cümlesini aynen iktibas edeyim.
“İlçemizin eski adı Darahini olup, Ağaçlı Çeşme
anlamına gelmektedir.“
Bir de Bingöl il Kültür ve Turizm Müdürlüğü ve blogcu.com sitelerinde baktım
orda ise
“ İlçenin eski adı kelime anlamı olarak çeşme ağacı
anlamına gelen "Darahini"dir.” Yazılıdır.
Zazacada
“dar” kelimesinin sözlük anlamı ağaç ve bundan mecaz ahşaptır. Mesela: Ena darê
qawaxy zaf gırda: bu kavak ağacı çok büyüktür. Ez bin darıd ruınışta: Ağacın
altında oturdum. Mı en ber dary çumyra vıraşt: Ben bu kapıyı çam ağacından
yaptım. Ez darê pê bexçi aw duna: bahçenin arkasındaki ağacı suluyorum. Dar
kelimesinin çoğulu ise “dary” dır. Telaffuzu ise “a” biraz uzatılıp
inceltilerek ve “r” ise ince olarak söylenir. Sonundaki yarım sesli –y harfi
olup çoğul ekidir. Mı dary bexçi aw dê: Bahçenin ağaçlarını suladım.
Dar kerdış: asmak, dar untış: ağaç çekmek, marangozluk, darbır:
büyük testere, darduıng: moloz, darê: nacak, dahre, dal kesme
aleti, darık: ağaçtan yapılan makara, gendar: kına ağacı, gıly
dar: ağaç dalı, gırê dar: ağaç budağı, quêty dar: ağaç
gövdesi, kütük, vêlgy dar: kurumuş ağaç yaprağı, darê fıêki:
meyve ağacı vb kelime ve tamlamalardaki dar hep ağaç anlamında kullanılmıştır.
Yenı ve henı ise ağız
farklılığından dolayı aynı anlama gelen kelimelerdir. Nitekim Mıstun
(Bulgurluk), Botıun (Yeniyazı), Dılıstun köyleri gibi bazı köylerde “y” ile
başlayan kızgınlık anlamına yers: kelimesindeki “y” “h” ye dönüşerek hers şeklinde
Pınar, su kaynağı anlamına gelen”yenı” kelimesindeki “y” “h” ye dönüşerek “henı
şeklinde okunmaktadır. Mı yenıra aw werd: pınardan su içtim. Çümê
yêni: pınar kaynağı, awê yeni: pınar suyu, kıştê yêni.
Pınarın kenarı, sêry yêni: pınarın başı tamlamalarındaki yenı, pınar
anlamındadır. Bu cümle ve tamlamalardaki “yenı” bazı köylerdeki ağız
farklılığından dolayı “henı” şeklinde söylenmektedir.
Genç ilçesinin halk arasında
kullanılan ve çeşitli yerlerde farklı olarak söylenmekte veya yazılmakta olan
eski (zazaca) ismine gelince; Darahêni, Darayêni, Darahini, Darayini, Darêyêni
veya Darêhêni… Bu ismin doğrusu ve kökeni nedir?
Sözkonusu ismin etimolojisini
vermeden önce zazacada isim tamlamasınn yapılış şekli hakkında bilgi vermekte
fayda görüyorum. Zazacada isim tamlaması yapılırken tamlanan önce, tamlayan
sonra gelmektedir. Bêry sınıf, kitaby me’lim, guıcakê çakêt, çumê yêni gibi.
Darêyêni ağaç anlamına gelen“dar”
(tamlanan) ve pınar anlamına gelen “yenı” (tamlayan) isimlerinden oluşmakta ve
“dar” ê eki almış, “yenı” ismindeki “e” harfi “ê” ye, “ı” harfi de “i” ye
dönüşmüştür. Doğanca Köyünün zazaca ismi olan Çumêyêni de bu şekilde
oluşmuştur.(1)
Sonuçta ilçemizin zazaca isminin doğru söylenişi “darêyêni”
ve farklı ağızla söylenen “Darêhêni” dir. Anlamı ise “ Pınarın ağacı ve kısaca
Pınarağacı”dır. Nitekim 70 yaş üstü ilçe sakinlerine sorulduğunda Çukur mahalle
Camii’nin yanında halen mevcut olan şifalı pınar ve bu pınarın yanında önceki
yıllarda mevcut iken kesilmiş olan devasa ağaçtan dolayı ilçeye bu ismin
verildiği söylenmektedir.
Halk arasında telaffuzu yukardaki gibi olmasına rağmen resmi
kayıtlara “darahini” olarak geçmesinin nedeni eski osmanlıca alfabesiyle ancak
(داراهيني) olarak yazılabildiği için yeni alfabeye
Darahini olarak yazılmış, resmi kayıtlara böyle geçmiştir. Yani Osmanlıca ve
Türkçedeki resmi alfabelerde “ê” sesi olmaması “Darêyêni ve Darêhêni”nin resmi
kayıtlara “Darahini” olarak geçmiştir.
Ruslar ve Almanlar başta olmak
üzere dünyanın birçok ülkesinde zazaca hakkında araştırmalar yapılırmasına
rağmen tamamı zaza nüfusundan oluşan ilçemizdeki yetkililer az da olsa zaza
dili araştırmacılarına danışarak web sitelerini oluşrururlarsa böyle hatalara
düşmezler. Umarım yazdıklarım dikkate alınır.
(1) Konuyla ilgili daha geniş bilgiyi “Zazaca
Grameri” çalışmamdaki isim tamlaması bölümüne bakınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder